SEV Connect - Sonbahar 2018
60 CONNECT SONBAHAR cümleler kurmaz, ama sanırım binlerce kelime yazıyor. Ben pek sözlüğe bakmam, ama Auster çevirirken sözlüğe bakma ihtiyacı hissediyorum, çünkü çok zengin bir dili var. Sevdiğiniz iki yazarın, Márquez ile Auster’in ortaklaştığı veya ayrıştığı noktalar neler? Benzetmek gerekirse Márquez, Yaşar’a (Kemal) benzer, çünkü ikisi de sözlü kültürden, masallardan geliyorlar. Yaşar’la Márquez çok paralel, ikisi de büyülü. Paul Auster ise onlar gibi değil; hayatının bir döneminde Fransa’da bulunmuş, bugünün Brooklyn’inde yaşayan bir yazar. Dünyaya bakış açıları aynı, ama anlatımları farklı. Bir ortak noktaları daha var: İkisi de çok yakışıklı. Aynı zamanda tiyatroyla ilgileniyorsunuz. Genç nesil tiyatrocuları nasıl değerlendirirsiniz? Genç tiyatrocular müthiş bir şekilde geliyorlar. Tabii içlerinde çok toy olanlar, kapıya tiyatro tabelası asınca tiyatro olduğunu zannedenler de var. Ama o kadar yetenekli gruplar da var ki, mesela benim en yetenekli öğrencim, Kumbaracı 50’yi kuran Yiğit Sertdemir… Önümüzdeki on yıllarda Türk tiyatrosunda ismi kalacak tek kişi bence. Onun gibi saymakla bitiremeyeceğim, yürekli, yetenekli ve bilgili insanlar yetişiyor. Dot, Tatavla, Kumbaracı 50 sanat ağırlıklı ve alternatif bir bakış açısıyla çalışıyorlar. Ben tiyatro eleştirisi dersleri verdim. Kuruluşundan itibaren beş sene Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, 12 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdim. Eleştirmenin uzun ve kısa vadeli rolleri vardır. Uzun vadede tarihe belge bırakır, kısa vadedeyse hem yapımcılara hem de izleyicilere kendince doğruları anlatır. Derslerimde, söylenilen her şeyin gerekçesi olması gerektiğini belirtiyorum. Gerekçesiz eleştiri olmaz. Eleştiri bölümlerinden mezun arkadaşlarımız, ancak akademik unvanlı oluyorlar ne yazık ki, çünkü yazdıkları şeylerin yayınlanacağı yer yok. Eleştiri yazarken, deneme yazar gibi yazıyorlar. Okur-yazar-yayınevi üçgeninde çevirmenin adı pek anılmaz. Oysa onun sorumluluğu da en az bu üçgendeki her bir ayak kadar önemli değil mi? Doğru, anılmıyor ama yavaş yavaş lazım zaten. “Yüzyıllık Yalnızlık” da öyledir. Meslek hastalığı olsa gerek, artık çeviri kitap okuyamıyorum. Yıllar önce Cem Yayınları’ndan çıkan bir kitapta şöyle bir çeviriyle karşılaştım. “İki kişi, bir şişe votkanın üzerinde ısınırken kavgaya tutuştular.” Orijinalindeyse iki kişinin meyhanede oturduğu, votka içtiği, bir süre sonra sohbetin kızıştığı ve kavgaya tutuşulduğuydu. Böyle çeviriler de görüyoruz maalesef. İletişim teknolojileri çok gelişti, herkes her şeyden haberdar artık. Yazarın yaşadığı dönemin koşullarından beslendiği göz önünde bulundurulursa, 60 yıl önceki edebiyatla bugünkü arasında nasıl bir fark var? Eğer sağlam bir dünya görüşünüz varsa, hangi yıl veya yaşta olduğunuz fark etmeksizin güçlü yapıtlar verebilirsiniz. Baktığınız pencere doğru bir pencereyse, yeteneğiniz de varsa ortaya iyi bir şey çıkıyor. Bunun dışında kalanlar çok yüzeysel oluyor. Dediğiniz gibi iletişim araçları gelişti, ama iletişim çok yüzeysel kaldı. Google kültürü gelişti ve derinlik kalmadı. Mesleki deformasyon nedeniyle ara sıra Google Translate’e bakıyorum. Meryem için kullanılan “Our Glorious Lady” tanımlamasını, “BizimMuzaffer Hanım” olarak çevirmişler. 12 Mart 1971’de çevirdiğim kuramsal yayınlardan dolayı hem Sağmalcılar hem de askeri hapishanelerde yaşamış biri olarak şunu söylemek isterim: Bu yüzeysellikten kurtulmak gerekiyor. Çevirdiklerimden dolayı, üstelik çevirdiğim kitapların orijinalleri satılırken hakkımda dava açıldı ve mahkemelerim hemen hemen 20 yıl sürdü. Özgür bir ülkede yaşarsanız, hapse düşmek travmatik olabilir; ama dışarıyla içerinin aynı olduğu ortamlarda, içeride olmanız daha iyi, çünkü gözaltına alınma derdi yok. Çevirmen olarak neyle suçlandınız? Bizim davalarımıza bilirkişi olarak bakan ve büyük paralar kazanan iki hukuk profesörü; Sahir Erman ve Sulhi Dönmezer’in yazdığı raporda, “Kitapta herhangi bir suç unsuru olmamakla birlikte çevirmenin dünya görüşü bilindiğinden dava açılmasına” deniliyordu. Kuramsal kitapların hemen hepsinden yargılandım. Ama üzerinde fazla durmamak gerekiyor, bu da bu ülkede yaşamanın bedeli. Çeviriler o dönemde de devam etti tabii. Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabını Sağmalcılar’da çevirdim. Yıllar sonra benden yazarla ilgili bir yazı istendiğinde, “Márquez, Türkiye’ye hapishaneden girdi” demiştim. Kitap önce Sander Yayınları’ndan çıktı. Necdet Bey (Sander) ile Can Yücel konuşmuşlar. Can, çevirmeye başladı ama o zamanlar Adana’da hapishanedeydi ve oranın şartları rahat değildi. Can, ilk 40 sayfasını çevirdi, devam edemeyince ben yaptım. Hatta yıllar sonra kitabın çevirisini Can’ın yaptığına dair laflar çıktı. Necdet Bey öldükten sonra kitap Can Yayınları’na geçince, Erdal (Öz) benden o 40 sayfayı da çevirmemi istedi. Paul Auster’in Türkiye’de yayımlanan 26 kitabının 14’ünü çevirmiş, altı tanesinin editörlüğünü üstlenmişsiniz... Sizce Auster nasıl bir yazar? Paul Auster’in Türkiye’deki ilk kitabı da benim çevirim: Ay Sarayı . Benim çocukluğumdaki Hemingway’leri bir kenara bırakın, çünkü onlar ayrı bir kökten geliyor, Auster, genç kuşak Amerikalı yazarlar arasında ayrı bir önem taşıyor. Şimdi 71 yaşında, ama onun kuşağı içinde, Amerikalı olmanın ezikliğini aşabilmiş, Amerika’nın eleştirisini yapıp ondan sonra bir yere varmış bir adam. O yüzden doğrulara yönelir. Bir de çok akıcı bir dili var; hiçbir zaman süslü püslü Çınarlar "Ben çok şanslıydım, efsanevi bir çeviri hocamız vardı; Seniye Pakalın. Hep söylerim, ekmek paramı onun sayesinde kazanıyorum... Onun öğrettiği temel o kadar derine işlemiş ki, hâlâ o şekilde gidiyor."
Made with FlippingBook
RkJQdWJsaXNoZXIy MjIxMTc=