SEV Connect - Kış 2019

CONNECT KIŞ 61 fırınını satın aldım. Gayet güzel iş yapsam da direkt iş almak mümkün olmuyordu. Ben de yuvada hocalık yapmaya başladım. Bir yandan da Amerika’ya gitmek üzere burs arıyordum, çünkü Amerika çocukları da kabul ediyordu. UAA’dan bir arkadaşım, British Council’ın burs verdiğini söyledi ve o bursla İngiltere’ye gittim. İngiltere’de yaşadığımmahallede siyahiler yoğunluktaydı. 20 yılım İngiltere’de geçti. Orada yaptığım en büyük hataysa Brighton Polytechnic’ten aldığım hocalık teklifini kabul etmemek oldu. Fakat o bölge küçük bir yerdi, ben metropol insanıyım. Teklifi kabul etmediğime bin kere pişman olsam bile, eğer kabul etseydimLondra’nın en büyük mozaik panosunu yapamazdım. Panoyu 1987’de monte ettik. Sonra Amerika yolculuğunuz başladı ve orada Galeri X’i açtınız. O süreç nasıl gelişti? UAA’da okurken yazar James Baldwin okula geldi, hatta ona kahve yaptım. Giovanni’nin Odası’nı yazmıştı ve çok popülerdi. Harlem’de doğmuş biriydi. Bir arkadaşımın kızı için Goldsmith’s College’a gitmiştim. Aynı zamanda tekstil işiyle de ilgileniyordum. Yüksek lisansta bir kişilik yer olduğunu, istersem beni oraya alabileceklerini söylediler ve yüksek lisansa başladım. O zaman gördüm ki, insanların kendilerini yenilemeleri lazım. Ardından NewYork’a giderek Harlem’de Galeri X adıyla bir galeri açtım. Siyahi sanatçıların eserlerini beyaz sanatçılarla birlikte sergiledik ve çok ses getirdi. İki çocukla birlikte İngiltere’ye gitmekten çok daha cesur bir karardı bu. Mevlânâ felsefesiyle nasıl tanıştınız? Yaşadığım apartmanın alt katında ünlü bir mimar oturuyordu. Adı Mahmut Bir. Altı yıldır aynı apartmanda otursak da, sonradan ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanıştık ve ben, Mahmut Bey sayesinde Mevlânâ felsefesiyle tanıştım. O zamana kadar soyut resim, negatif ve pozitifler yapıyordum zaten. Mevlânâ felsefesini resimlerime uyguladım. 1973’ten itibarenMevlevilik üzerine yoğunlaştım, fakat 77’den itibaren üretmeye başladım ve çizgimi hiç değiştirmedim. Bienal’in hazırlığını, sanatçı seçimini nasıl yaptınız? Türkiye’deki sanatçıların büyük bir talihsizliği var; kopyalama mantığından gidiyorlar. Bir şey eğer siz yaparsanız değerli olur. Yaratmak başkadır, kopyalamak başka. Bienal bir platform, gençlerin bu platform aracılığıyla Türkiye’den dünyaya açılması lazım. Ben ulusallıktan evrenselliğe geçilmesi gerektiğine inananlardanım. İşleri değerlendirirken onların yeni bir söz söyleyip söylemediğine baktım. Zaten sanatçıların çoğunu EkimGeçitleri’nden tanıyordum. Bir de tanıdığım sanatçılardan referans istedim. Tercih etseydim eğer, bu sergiyi yabancı sanatçılarla doldurabilirdim, ama üçte ikisinin Türk sanatçılardan oluşmasını istedim. Çünkü dünyaya, Türkiye’de sanat yapıldığı mesajını vermeyi amaçladım. olarak, 9-30 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen “Uluslararası International İstanbul Bienali”ni düzenledi. “Her Yerde, Her Zaman, Her Koşulda Yaratı” temasıyla düzenlenen Bienal’e, yurt içi ve yurt dışından 45 sanatçı katıldı. Çağdaş sanatın tüm dallarından örneklerin bulunduğu sergiye TaksimMaksemi, yani Su Deposu ev sahipliği yaptı. Sergiye ilişkin görüşlerini almak üzere buluştuğumuz Gülsün Erbil, bu etkinlikle, tüm dünyaya Türkiye’de sanat yapıldığına dair bir mesaj vermek istediğini söylüyor. Ailenizde sanatla ilgilenen başka insanlar varmıydı? Babam aristokrat bir ailedendi. Anne tarafımsa Yugoslavya’dan göçmüş; dedem bir demirci ustasıydı. Hatta o yıllarda İngilizler dedemi demirci olarak İngiltere’ye davet etmişler, fakat kabul etmemiş. Neyse, annem, o dönemin ünlü hocalarından biri olan, kendisi de suluboya resimler çizen Celal Uzmen’in öğrencisiydi. Celal Bey, anneme ders verirken, “Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (DGSA) var, sen oraya layıksın” dermiş. Fakat ne yazık ki dedem, annemi oraya göndermemiş. İzmirlisiniz, eğitiminizi neden UAA’da sürdürdünüz? Babamın işi nedeniyle İstanbul’a taşınmak durumunda kaldık. 1959’da UAA’ya yatılı olarak başladım. Miss Morgan’ın müdür olduğu o yıllarda, beni yatılı olarak alanMiss Millet idi. Tüm hayatım boyunca, hem Üsküdar Amerikanlı olmanın hem de eğitim hayatını yatılı geçirmenin avantajlarını yaşadım. O yıllarda branş seçimleri vardı, herkes kendine uygun bir dal seçiyordu. Ben de Sanat Kolu Başkanı’ydım. Hocalarımızdan biri olanMr. Shaideman, soyut resimler yapmasına rağmen bize soyut resmi anlatmazdı. Görsel hafızam her zaman güçlüydü, 13-14 yaşından itibaren, sadece bir kere gördüğüm bir resmi rahatlıkla çizebiliyordum. Rönesans döneminde sıklıkla kullanılan, su, balık, fıskiye, havuz ve melek resimlerini yapardım. Mr. Shaideman da hayretler içinde, “Kim yaptı bu resimleri?” diye sorardı. Ardından da şimdiki adı Mimar Sinan Üniversitesi olanDevlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiniz… Bizim zamanımızda İstanbul’da güzel sanatlarla ilgili iki okul vardı. Birincisi DGSA, beş yıllık, yüksek ressam yetiştiriyordu. İkincisiyse üç Alman sanatçının kurduğu Tatbiki Güzel Sanatlar. Amaçları Bauhaus konseptinde bir şey yapmaktı; yani sadece resim değil, iç mimarlık, mobilya, dekorasyon üzerine eğitimler vermekti. Sanata yönelseler bile, belli bir felsefe oluşturamadılar, önemli bir ressam çıkaramadılar. Peki, İngiltere süreci nasıl başladı, okuldan sonra hemen gidebildinizmi? 80’li yıllarda eşimden boşandım, iki de çocuğum vardı. İş yapıyordum, ama satış olmuyordu. Babamın vefatının ardından ekonomik desteğim de kesildi. O yıllarda Füreyya Hanım’ın (Seramik Sanatçısı Füreyya Koral) •  “Türkiye’deki sanatçıların büyük bir talihsizliği var bence; kopyalama mantığından gidiyorlar. Bir şey eğer siz yaparsanız değerli olur. Yaratmak başkadır, kopyalamak başka.”

RkJQdWJsaXNoZXIy MjIxMTc=