SEV Connect - Kış 2019

CONNECT KIŞ 59 izleyen tarafından duyusal ve düşünsel olarak deneyimlenen bir iş bu. İşlerinizin, TaşMektep gibi tarihi olduğu kadar simgesel anlamda taşıyan birmekânda yer almasının; ürettiğiniz eserlerin sesle desteklenerek sanatseverlere hemgörsel hemde işitsel bir deneyimyaşatmasının sizde yarattığı duygu ve düşünceler neler? Bahçesinde yerleştirmelerin olduğu bina, 1863-1866 yıllarında Konstantinopolis Ekümenik Patriği III. Sofronios’a ait bir köşk. 1922 ila 1979 arasında ilkokul ve ortaokul olarak kullanılmış, bu yüzden daha yaygın olarak Taş Mektep adıyla biliniyor. Bina maalesef 1990’da son derece yanlış ve yarım kalan bir restorasyon sürecine maruz bırakılıyor. Bugünkü harap haliyle bile son derece etkileyici bu bina, günümüz çirkin mimari örnekleriyle çevrili durumda. “Suret, Zuhur, Tezahür”ün deneyim odaklı; izleyiciyi sarıp sarmalayan, tüm duyularına ve düşüncelerine sızan bir iş olmasını istedim. Hem insanlık olarak halimize hem de içinde yaşadığımız mekânın-zamanın geçmiş ve bugünkü haline dokunmasını, tüm adaletsizlikler üzerine düşündürmesini (en başta iklim krizi) istedim; küçük ve büyük ölçekli (Taş Mektep, Büyükada, İstanbul, Türkiye, Dünya) bir okumasının yapılmasına kapı aralamasını arzu ettim. Kalıplardan, genellemelerden uzak bir anlayışla hareket etmek, size nasıl bir özgürlük alanı sunuyor? Benim için her yeni proje bilinmeyen bir denizde yelken açmak gibi… Bu tabula rasa (zihnin tıpkı boş bir levha gibi olması) durumu, bana nefes aldırıyor. Anlatmak, iletmek istediğim düşünce, his, hikâye için nasıl bir malzeme, nasıl bir kurgu, sunum gerekiyorsa, o dili yakalamak üzere bir metodoloji geliştirerek çalışıyorum. Tekrarlardan sıkılıyorum, hayatımızda yeterince tekrar var zaten ve sanat bunun tam tersine bir nefes alanı yaratıyor benim için. “Altında”, “İçeri girmedik çünkü hep içindeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”, “Yıldızlarda Dans”… Bunlar, açtığınız kişisel sergilerden birkaçının ismi. “Suret, Zuhur, Tezahür” de Bienal’deki işlerinizin başlığı ve bu başlıklar, kavramlar üzerinde yoğunlaştığınızın da ifadesi aynı zamanda. Kavramların işleriniz üzerindeki izdüşümü nedir? Başlıklar üzerine, işimin üzerinde çalıştığım kadar çalışır, düşünürüm. Bazen bir şiirden bir dize, bir şarkı sözü, okuduğum bir yazı, işimi tetikler ve bazen de bir alıntı olarak işimin başlığı olur. Mesela “İçeri girmedik çünkü hep içindeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”, Edip Cansever’den bir alıntı. “How Forests Think: Toward an Anthropology Beyond the Human” adlı kitabı okuyup çok etkilendikten sonra Eduardo Kohn’un bir dersinin online kaydını izlemiştim, verdiği dersin adı “Life, Death, Justice and Love” idi ve sonrasında gerçekleştirdiğim bir ses yerleştirmemin adına -küçük bir oynamayla- kaynak oldu: Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet (Kapadokya, Balkan Deresi Vadisi, Cappadox, “Sessizlik” sergisi, 2018). Bu tür etkileşimlerin izleri sıklıkla söz konusu oluyor işlerimde. Sizi sanatsal olarak besleyen unsurlar neler? Toplumsal değişim ve dönüşümlerin, politik atmosferin üretiminiz üzerinde etkisi var mı? Üretimime yansıyan edebiyat, müzik, felsefe, psikoloji, sosyoloji kaynaklı etkileşimler olduğu gibi, kaçınılmaz olarak içinde yaşadığınız günler, dönemler, toplum ve dünya da etkili oluyor. Toplumsal travmalar, politik atmosfer ve artık gündemimizin en önemli konusu olması gereken ekolojik krizden etkilenmemek mümkün değil. Önemli olan, bazen çok ağır ve negatif etkisi olan bu olayları, pozitif anlamda aktif ve dönüştürücü bir güce devşirecek farkındalıkla hareket etmek, edebilmek. Sanatçılar, toplum üzerinde belirli bir değişime katkı sağlayan kişiler aynı zamanda. Tersten bakarsak, ürettiğiniz işlerin sizin dönüşümünüzdeki etkileri neler? 1990 yılından beri profesyonel olarak sanat üretiminin içindeyim, seneler içinde malzeme ve dile hâkimlik gelişiyor ve bu da insanı teknik açıdan nispeten rahatlatıyor; ama her yeni proje, yeni bir bilinmezlik ve heyecan, aynı zamanda da bir endişe kaynağı. Bu ikisi olmadan, sanat üretimi pek mümkün değil sanırım. 1993’te eşzamanlı olarak iki proje üzerinde çalışmıştım, hem 3. İstanbul Bienali hem de Atatürk Kitaplığı’ndaki kişisel sergim için. Kitaplıkta yer alan “Havanın Lüzumu” sergisi, benim için bir dönüm noktası olmuştu. Bana verilen sergi mekânını tamamen dönüştürerek bir kurgu yaratmış ve bundan muazzam bir keyif almıştım. Bienal’deki işimin dili çok daha doğrudandı, kitaplıktaki ise izleyicisinden “zaman” talep eden bir işti. O günden bugüne, iç veya dış mekânlarda izleyicisini sarmalayan, üç boyutlu, bazen ses, video da içeren karışık tekniklere dayalı kurgular yaratmaktan çok haz alıyorum. Ürettiğim projeye göre değişen etkiler oluyor, bunlar arasında en ağır süreçler politik veya sosyal travmalara eğildiğim projelerde ortaya çıkıyor. Sanata bakış açınızın oluşmasında ve /veya gelişmesinde ACI'nın etkileri nelerdir? Kolejde en sevdiğim ders, sanat idi. O zamanlar tek katlı ve sadece sanat derslerinin yapıldığı şirin bir atölye binası vardı, şimdi ise yerinde başka yüksek bir bina var. Kıymetli hocamız Aysel Çırpanlı ve kısa bir dönem de Suhandan Özay, bize “papier mache / kâğıt hamuru” mask yapımından taş boyamaya kadar, farklı pratikler sunarak, dersleri çok keyifli bir sürece dönüştürüyorlardı. İki saat üst üste bir dersti, bitsin istemezdim. Bir de en keyif aldığım ve notlarıma da yansıyan sanat tarihi dersi, yönümü sanata yöneltmemde ayrıca etkili olmuştu. •  “Tekrarlardan sıkılıyorum, hayatımızda yeterince tekrar var zaten ve sanat bunun tam tersine bir nefes alanı yaratıyor benim için.”

RkJQdWJsaXNoZXIy MjIxMTc=