FÜSUN ONUR (UAA’56)
Evvel mekân içinde bir Füsun Onur
Heykeltıraş ve yerleştirme sanatçısı Füsun Onur, Nisan ayında başlayan 59. Venedik Bienali’ndeki “Evvel zaman içinde...” isimli sergisiyle ülkemizi başarıyla temsil etti. 50 yılı aşan sanat pratiğiyle Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından biri olan ve yerleştirme alanında dünyadaki öncüler arasında bulunan Onur’un eserleri ve sanatı üzerine kitaplar ve tezler yazıldı. Connect dergisi olarak sanatçının yaşamında önemli yeri olan Üsküdar Amerikan Kız Lisesi yıllarını konuşmak üzere SEV Mütevelli Heyeti Başkan Yardımcısı ve Yayın Kurulu üyemiz Tülay Güngen (ACI’74) ile Onur’un doğduğu günden beri yaşadığı ve aynı zamanda atölyesi olan Kuzguncuk’taki Kırmızı Yalı’yı ziyaret ediyoruz.
Yalının kapısı, küçük bir çanın sesiyle açılıyor. Kocaman gülüşüyle karşılıyor bizi Füsun Onur, bir de orta katın müdavimi kedisi ve son serginin kahramanlarından Zorba’nın meraklı tombul bakışları... Gözlerindeyse yakın zamanda yitirdiği ablası İlhan Onur’un hüznü. Temmuz’un son günleri, hava sıcak mı sıcak... Neyse ki bu yaz, İstanbul bolca poyraz... Boğazın suları o yüzden daha bir mavi, daha bir hızlı akıyor. Perdenin arasından yakalarsa gözlerinizi, kendinizi açık denizlerde seyir dinginliğinde buluverirsiniz. Hem evin her yanı hem de alt katta kedi Lolita’nın mekânı atölye; öyle renkli, küçük-büyük, eski-yeni, metal, cam, kumaş, belki binlerce tablo, fotoğraf, eşya ve nesnelerle dopdolu ki, burası sanki canlı bir Füsun Onur retrospektifi... Kendisinin dediği gibi: “Onlar şimdi ve buradalar...” Tülay Güngen’in getirdiği nefis küçük poğaçalarla, biz de “şimdi ve burada” başlıyoruz keyifli sohbetimize...
Sanatınızda mekân her zaman çok önemli bir yere sahip... Doğduğunuz ve hayatınızı geçirdiğiniz Boğaz’daki bu ev, bu mekânın hikâyesini, çocukluk günlerinizi ve o yıllarda evdeki hayatı biraz anlatır mısınız?
Bu evi Abdullah Çavuş isminde biri yapmış, kendisi sarayda çalışırmış. Bunu, karşımızdakini ve yandakini de o yapmış. Biz Beylerbeyi’nde oturuyormuşuz o zamanlar. Annem ve babam karşıya geçerken görmüşler bu evi, babam buraya taşınalım mı demiş anneme. İlk önce bir katında kiracı varmış, sonra o da çıkmış ve bütün yalıya yerleşmişiz. Abdullah Çavuş, “Bir ev daha yapacağım burayı size satayım,” demiş. Böylece bu yalıya yerleşmişiz. Ben yukarıdaki yatak odasında doğdum. Üç kardeşin en küçüğüydüm. O yıllarda İkinci Dünya Savaşı olduğu için camlarda karartma perdeleri vardı, onların üzerindeki gölgelerde yüzen adamlar görürdüm geceleri. Bazen beni çağırıyorlar gibi gelirdi, korkardım. Babam Fen Heyeti Reisi idi, asıl Bahriyeliydi. Sonra Bahriye’den ayrılmıştı. Resim yapmaya çok teşvik ederdi bizleri... Zihinleri açılsın, hayalleri genişlesin diye. Hep çocuk kitapları alır, bize okurdu. Çizim yapma konusunda sınır koymazdı. Kâğıt peçete yoktu o zamanlar, bez peçetelere, duvarlara bile çizmemize izin verirdi. Hatta bizleri yarıştırırdı, hangimiz daha güzel yapıyoruz diye. Babam ben küçükken vefat etti; 10 yaşındaydım.
Üsküdar Amerikan’a girişiniz nasıl oldu? Neler hissettiniz okulun ilk günlerinde?
Annem istemişti. Bir ahbabımız vardı, onun kızı okumuş orada. Onu çok beğenmiş, çok terbiyeliymiş. O yüzden Üsküdar Amerikan’ı tercih etmiş. Ben Üsküdar Amerikan’a gideceğime sevindim, hoşuma gitti. Sonradan anladım ki, devlet okulunda okuyamazmışım zaten. Eğitim tarzı açısından diyorum. Üsküdar’da hürsün, her şeyi söyleyebiliyorsun, şikâyetin varsa gidip konuşuyorsun... Okulun bahçesi çok güzeldi, küçük küçük evler vardı etrafta... İlk girdiğimde ihsariyiz (hazırlık), Mrs Alexanian’ın İngilizce dersi vardı. Önde sıralardan localar hazırlamış, o bir kelime söylüyor, Türkçe anlamını bilen gidip oraya oturuyor. Ben içimden, bu kadın deli mi, derste oyun mu oynayacağız diyorum. Derslere hiç aldırmıyorum ben, nasıl olsa iyi talebeyim yaparım diyorum. Ablam İlhan gitmiş okula bir gün, Mrs Alexanian, “Hiç ilgili değil ki” demiş. Sonra çok sevdim İngilizceyi. Hatta ev idaresi dersindeki hocamız, “Bu kelimeyi Füsun bilir” diye beni kaldırır, söyletirdi. Çok kitap okurdum Üsküdar’da... Okudukça hoşuma gitti, alırdım okurdum verirdim, sonra başka kitaplar alırdım.
Okulda resimle ilgileniyor muydunuz, öğretmenlerinizin yaklaşımı nasıldı? Heykeltıraş olmaya nasıl karar verdiniz?
Öğretmenimiz Miss Blatter vardı, bana bir not yollamıştı. “Ressam Füsun’a... Bana yardım eder mi?” diye yazmış... O kadar hoşuma gitmişti ki... Miss Blatter’ın çok faydası oldu bana, o yaşta ressam diye hitap edip yüreklendirmişti beni. Miss Blatter’ın küçük kitapları vardı; renklerle, çizimle ilgili... Onları verirdi bana. Okulda resim yapıyor, beğeni alıyordum. Ama heykeltıraş olmak istiyordum. Hatta kitap haftasında kilden, kitap okuyan yan yana küçük kadın figürleri yapmış, okula vermiştim. O zaman Miss Martin onu idare binasında koridordaki vitrine koymuştu. Bir de Miss Martin’in yağlı boya resmini yapmıştım. Martin Hall’de asılıydı. Türkiye’de hiç kadın heykeltıraş görmüyordum, duymamıştım. Bir gün Akademi’nin heykel bölümünde okuyan Ayperi Balkan ile ilgili bir haberi gazetede gördüm. Aklıma yazdım bunu, ben de oraya gireceğim diye...
Heykel bölümünü seçince nasıl tepkiler aldınız, Akademi yıllarınız nasıl geçti?
Evde söyledim heykele gideceğim diye. Annem ses çıkarmadı, “Ne istiyorsan onu yap, sevmediğin bir işi yapma”, dedi. Tabii çevreden para kazanacağı bir iş yapsın diyenler olmuş. Hatta ne yapıyorsun, bu masum kızı çıplakların arasına yolluyorsun, diyen bile olmuştu. Akademi’ye gittim, çok severek çalışıyorum. Hocalar beğeniyor. Yorulmuyorum, ben tembel miyim diye de düşündüm. Yoksa çalışmıyorum da mı yorulmuyorum dedim kendime. Sonra part-time iş aradım yazın. Taksim’de Divan’ın sırasında TUSLOG vardı o zamanlar. Alt katında kantin gibi bir satış yerine müracaat ettim. Kabul ettiler... Kasada gelenlerin kimliklerine bakacağım, kontrol edeceğim ama yüksek rütbelilere sormayacağım. Ama cumartesi, pazar gelenler sivil giyiniyorlar, hepsine soruyorum. Oradaki müdür bana, sen büyük rütbelilere de soruyormuşsun, dedi. Ben büyük küçük dinlemem, ere de paşaya da sorarım, dedim. Hak verdi bana. Sonra kışın da okuldan sonra müsaitsen gel çalış dediler. Akademi bitince, ayrılırken çok üzüldüler. Benim için referans yazısı verdiler, Fulbright ile ABD’ye giderken küçük bir parti bile yaptılar benim için.
ABD’ye gitmeye nasıl karar verdiniz, Fulbright Bursu’nu nereden duymuştunuz?
Fulbright Bursu’nu nereden duymuştum hatırlamıyorum, çevremizde yoktu giden biri. Belki gazetede görmüş olabilirim. Önce Akademi’nin bir bursuna başvurmuştum, Paris’e yollayacaklardı. O olmadı. İyi ki gitmemişim, yapamazdım orada. Fulbright Bursu’na başvurdum ve kabul edildim. İlk önce Washington DC’de American University’de başladım. Aslında uluslararası ilişkiler alanında meşhurmuş o okul. Ama bir sanat hocası vardı, Brabansky. Alman kökenliydi. Amerikalılardan pek hazzetmezdi. “Ne duruyorsun buralarda memleketine dönsene, burada ne yapacaksın?” derdi. Bir de ben sürekli yapıyorum, beğenmiyorum, yıkıyorum, yapıyorum, yıkıyorum tüm çalışmalarımı. Bana, “Sen bir döküm yap, durmadan kırıyorsun, beğenmiyorsun zaten, ben sana diplomanı hemen vereyim, git şu Amerika’dan” dedi. Ben de “Bir parça kâğıt için buraya gelmedim, kendimi geliştirmek için buradayım, yaptıklarımı beğenmiyorum, onun için yıkıyorum,” dedim. Bana Goethe şöyle, Nietzsche böyle yapmış, diye anlatıyor. Sürekli yok ede ede, öyle kalırmışım... Ben de onun dediği kişilerin kitaplarını alıp okuyorum. Felsefeye merakım öyle başladı. Keşke geldiğimde arayıp teşekkür etseydim, sayesinde felsefe üzerine çok okudum. Ama ben yine de diplomayı almadan bu okuldan ayrıldım.
Bursla ilgili sorun çıkmadı mı?
Yok, hemen Fulbright merkezine gittim, okuldan ayrıldım, olmadı burası, dedim. “Biz sanatçılara karışamayız, sen şimdilik bir grafik işine girip çalış,” dediler. Ben de bir grafik atölyesine gittim, sahibi bir İtalyan’dı. “Mademki heykeltıraşsın, oğlumun bir büstünü yap,” dedi. Büstü bitirdim, dökümü yapılacaktı. Dökümü yapacak yere gittik, o kişi de meğer heykeltıraşmış. Bana, “Sen yanlış üniversiteye gitmişsin, Maryland’a gitmeliydin” deyince, atlayıp oraya gittim. Okula gittim, ama bu sene bursumuz doldu, dediler. Ben de kendimi övdüm, şöyle iyiyim, böyle iyiyim diye. Onlar da o kadar iyiysen gel o zaman yaz okuluna bir çalışma yap, göster bakalım, dediler. Yaz okulunda çalışmaya başladım, çok beğendiler ve beni okula burslu kabul ettiler. Maryland’de başladım, çok şey öğrendim ve çok sevdim. Her türlü imkân vardı, neye ihtiyacın varsa veriyorlardı. Artık diplomamı almak üzereydim. Tezimi jüride sunarken kalmamı önerdiler. “Fulbright ile geldim, dönmem lazım. Türkiye’ye faydalı olmak istiyorum” dedim. Diploma alırken Dekan da kalmaz mısın diye tekrar sordu. Hatta son günlerde, tezimdeki çalışmalarımla bir sergi açıp seni lanse etmek istiyorum diyen bir bey beni buldu. Ben, bunlar öğrencilik işlerim, bunlarla lanse olmak istemem deyip reddettim. Orada bir sergi açsam fena olmazdı aslında.
Amerika’dayken Üsküdar’da okumanın faydasını gördünüz mü?
Faydası olmaz olur mu, çok oldu. Üsküdar’da öğretmenlerimiz Amerikalıydı. Kültürlerini tanıyordum, iyi bir dil eğitimimiz vardı. Başka okulda okuyamazdım zaten, haktı hukuktu derken... Bir de Amerika’da, ACI’dan mezun ev arkadaşım oldu: Bahar Bengisu-Hess (ACI’58). ODTÜ’den mezun olmuştu. O da Georgetown’a Uluslararası İlişkiler doktorası için Fulbright Bursu almıştı. Bahar ile ABD’ye birlikte gittik. Uçakta giderken beraber ev tutmaya pek taraftar değildi, sonra orada bana telefon etti, aynı evde oturalım diye. Ben de tam ev tutmak üzereydim. Ben daha baştan “Yemek yapmasını bilmem, ama bulaşıkları yıkarım,” dedim. Ortak ev tuttuk ve uzun süre birlikte kaldık. Bir gün artık isyan etti, hep yemekleri ben yapıyorum diye, ben baştan söylemiştim, dışarıda yerim o zaman dedim. Bahar çok iyi yemek yapardı; neşeli, muzipti, komik hikâyeler yaratır, güldürürdü insanları... O, ABD’de kaldı, ben döndükten bir yıl sonra okulda tanıştığı bir Amerikalı ile evlendiler. Sonra eşi Vietnam’a gitmiş, maalesef orada uçağı düşmüş, kaybolmuş, bir de kızları olmuştu. Tek başına büyütüyordu. Ben döndükten sonra pek haberleşemedik, sonra hiç haber alamadım. Siz mutlaka araştırın çok iyi hikâyeler vardır onda… (**)
Türkiye’ye dönüşünüzde Akademi’de çalışmayı düşündünüz mü? Sergilerinizde nasıl tepkiler alıyordunuz, bu alanda öncü bir sanatçı olacağınızı hayal ediyor muydunuz?
Ben kendi kendime çalışmayı seviyordum. Akademiye dönmeyi düşünmüyordum. Gene de ABD’deki tezimi ve çalışmalarımı götürdüm okula. Orada, “Gitsem bana da verirler mi bu diplomayı” diyerek alay eder gibi konuşanlar bile oldu. Sanattan hiçbir maddi beklentim olmadı. Hatta sergilerden sonra bazen atölyede yer açmak için bazı eserlerimi Boğaz’ın sularına bıraktığım bile olmuştur. Sağ olsun İlhan çok engel olurdu, fotoğrafları saklar, haber kupürlerini biriktirirdi. 1970’te ilk sergim açıldı. Taksim’de belediyenin yeri vardı. Hocam Hadi Bara gelebilmişti ona. “Malzeme malzeme diyorlar, bak malzeme işte... Tuvalden kocaman heykel yapmış. Bir de malzemem yok, yapamadım derler,” demişti. Sonra 1972 ve 1974’te sergi açtım. 1980’lerde Rabia Çapa’nın Maçka Sanat Galerisi’nde açmaya başladım. Soyut ve yerleştirme çalışıyordum. Bir sergimin parçası içinde klasik tarzda küçük bir insan figürü yapmıştım. Sergiyi gezenlerden biri, “Ya kızım heykel yapmışsın bak ne güzel, madem böyle yapabiliyorsun, neden yapmıyorsun,” demişti. İlginç tepkiler alıyordum. “Ama biz bunları Amerika’da hiç görmedik,” diyenler olmuştu; benzeri olsa belki hoşuna gidecek. Benim çalışmalarıma benzeyenler çıktı dünyada. İlhan onların haberlerini keserdi. Örneğin ben eserlerimde müziği kullandım, ama dışarıda da benzer işler varmış. Yapacağımı, istediğimi çizerdim, malzeme de onunla beraber çıkardı. Her fikirde malzeme de değişiyordu. Tabii mekân çok önemli, mekânın üzerindeki duruşu, ritmi, mekân zamanı, ondan sonra müzik çıkıyor. Niye müzik dinleniyor, müziğe zaman ayrılıyor, neden heykele bakılıp geçiliyor diyerek, bir ritim koydum işlerime... Müziği çok severim, ama söyleyemem, sesim yoktur. Sadece dinlerim. Hatta Üsküdar Amerikan’da bir müzik hocamız vardı. “Kızım,” dedi bir gün, “söyleyemiyorsan da taklit et bari, ağız açıp kapa. Yahut çık”. Çıktım bende.
Gelelim “Evvel Zaman İçinde...” sergisine... Bu yıl 29. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu'ndaki eseriniz, mekân kullanımınız ve malzeme kadar, masalsı hikayesiyle dikkat çekiyor. Bu fikir nasıl doğdu, telleri kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Masalları çok seviyorum. Masallar etkilemiştir beni. Bu sergide müziğin de etkisi oldu. Bu sergi için düşünürken bir gün radyoyu açtım ve Münir Nurettin Selçuk’un “Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Kalamış’tan” şarkısı çalıyordu. Serginin hikâyesi kafamda böyle başladı. İstanbul’da başlayan ve Venedik’e uzanan farelerin ve kedilerin bir hikâyesi... Serginin küratörü Bige Örer, çok nazik, çok güzel... Uyuyamadım, kabul etmez mi diye. Hikâye ortaya çıkınca da tel kullanmaya karar verdim. Teli daha önce birkaç kez kullanmıştım. Burada tel çok ilginç oldu, kalemle karalama gibi bir etki bırakıyor. Böylece şeklin, ne duyduğunu anlatabiliyorsunuz, gözleri açılıyor, duyguları verebiliyor teller.
Şu an yeni bir projeniz var mı?
Şu anda bir konu üzerinde çalışmıyorum. Yeni bir teklif geldi aslında, retrospektif olabilir. Ama yeni bir şey yapabilir miyim? Çok iyi olur tabii, ama bilmiyorum. Çok beğeniyoruz seni, dediler. Uzun yıllardır takip ediyorlarmış, ben de biraz geç kalmadınız mı, dedim (gülüyor).
Bu proje için aklınızda bir fikir var mı?
Şimdi yeni bir şey yaparsam çok soyut olsun istiyorum, artık bir şey koymak, bu nedir demek değil. Tamamen soyut olsun. Venedik’te sardıklarımı sevdim. Nev’dekileri de sevdim. Mesela orada renkli kalemler vardı, çizimi, taslağı var bende... Onun gibi olsun, somut bir şeye benzemesin...
Söyleşimizin sonuna gelirken tekrar bu mekâna, eve dönersek bu yapının gelecekte nasıl kullanılmasını hayal ediyorsunuz?
Amerika’ya gitmeden evvel bir zaman okul için Kadıköy’e kiraya gittiğimiz oldu, yazları da yine buraya gelirdik. Bir kış günü babamı kaybedince, dönmedik ve burayı tamamen kiraya vermiştik. Ben Amerika’dan dönünce atölye için yer istiyordum. Alt katı boşalttık ve ilk oraya yerleştim. O günden beri buradayım. Bu evi bağışlamayı kararlaştırmıştık ablam İlhan’la birlikte. Bu ev kurtarılsın istedik. Yani bağışlamasak yıkılacak, şimdi bu şekilde tamir görür ve bina yaşamaya devam eder. Sanatçılar için kullanılır, ev korunsun isterim...
Son olarak mekânı sanatının parçası gören bir sanatçı olarak bu evle ilgili ne söylersiniz?
Siz ne düşünüyorsunuz peki...
Burayı görünce son serginizin ismi “Evvel zaman içinde...”den esinlenerek, “Evvel mekân içinde...” diyesi geliyor insanın. Masalsı bir yer burası...
Evvel mekân içinde... Çok güzel, aklımda tutayım bunu.
Evin tamamı bir sanatsal yerleştirme. Burası bir ilham kaynağı... Çok teşekkür ederiz, çok sağ olun, vakit ayırdınız bize...
Ben çok teşekkür ederim, sizlerle vakit çok güzel geçiyor, yine beklerim.
(*) Füsun Onur, Evvel Zaman İçinde... kitabında Fatih Özgüven’in yazısından Carolyn Chirstov-Bakargiev’in yaptığı söyleşiden alıntı, Yapı Kredi Yayınları, 2022)
(**) Füsun Onur, Bahar Hanım'ı mutlaka araştırın diye tembihlemişti. Yaptığımız araştırmada Bahar Bengisu-Hess’in, 8 Eylül 2021’de uzun yıllardır yaşadığı Teksas Arlington’da hayata veda ettiğini öğrendik. Füsun Onur’un, teknolojiye pek yakın biri olmadığı biliniyor. Televizyon, cep telefonu, bilgisayar, e-posta kullanmıyor. Belki bu nedenle vefatından haberinin olamadığını tahmin ediyoruz. Füsun Onur’un bahsettiği gibi Bengisu-Hess eşini Vietnam’da kaybettikten sonra tekrar evlenmemiş, kızı Christine’i büyütmüş ve uzun yıllar Washington DC’deki Türkiye Büyükelçiliğinde çalışıp oradan emekli olmuş, sonra eşinin ailesinin yaşadığı Teksas Arlington’a yerleşmiş. Bahar Bengisu-Hess’e Tanrı’dan rahmet, kızına, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
Füsun Onur Kimdir
1937 yılında İstanbul Kuzguncuk’ta doğan Füsun Onur, Üsküdar Amerikan Kız Lisesinden mezun oldu. Ardından İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde Ali Hadi Bara Atölyesinde heykel eğitimi aldı. 1964–1966 yılları arasında Fulbright bursuyla Maryland Institute College of Art’ta heykel bölümünde yüksek lisans eğitimine devam etti. İlk kişisel sergisini 1970’te Taksim Sanat Galerisi’nde açtı, ardından 7. Paris Genç Sanatçılar Bienali (1971), İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından düzenlenen "Açık Hava Sergileri" (1974, 1975, 1976, 1977) ve Antwerp, Belçika’daki 13. Middelheim Bienali (1975) gibi çeşitli sergilere katıldı. Yapı Kredi Kültür Sanat (2007), Augarten Contemporary, Viyana (2010), İstanbul Modern (2011, 2014), Maçka Sanat Galerisi, İstanbul (1987, 1991, 1995, 2001, 2012, 2016) ve Arter, İstanbul (2014) gibi müze ve sanat mekânlarında kişisel sergiler açtı ve karma sergilere katıldı. Sanatçının eserleri, Staatliche Kunsthalle Baden-Baden (2001), ZKM, Karlsruhe (2004) ve Van Abbemuseum, Eindhoven’daki (2005) karma sergilerin yanı sıra İstanbul Bienalleri (1987, 1995, 1999, 2011, 2015), 2. Moskova Bienali (2007) ve dOCUMENTA(13), Kassel’de (2012) sergilendi.
Kaynak: Füsun Onur, Evvel Zaman İçinde..., İKSV, Yapı Kredi Yayınları, 2022
Küratörün Gözüyle
Evvel Zaman İçinde...
Metal telleri eğip bükerek farklı karakterler ve sahneler yaratan Onur, 59. Venedik Bienali’nde Evvel zaman içinde… başlıklı yeni bir yerleştirme sergiliyor. (...)
Bu sergi, izleyiciyi mekâna yayılan bulutların üzerinde ilerleyen bir hikâyeye davet ediyor. Her bir sahne kendi başına bir sunumu ve sözü mümkün kılıyor. Bir araya geldiklerindeyse Onur’un iki senedir, evinden hiç çıkmadan üzerinde çalıştığı anlatıyı oluşturuyor. Birkaç yüzyıl sonrasından bugüne bakan bu masalın baş karakterleri fareler ve kediler. Bir okul çıkışında çocukların dağıttıkları gazetelerden pandemi haberini alan fareler, gezegenin geleceğini tehdit eden salgınla başa çıkabilmek için ne yapabileceklerini düşünüp tartışırlar. İnsanların sebep olduğu bu felakete karşı kedilerle bir arada mücadele etmeye karar verirler. Hayvanlar arasındaki bu dayanışma, dünyayı pandeminin görünür kıldığı insan kaynaklı felaketlere karşı koruyabilecektir. Fareler ve kediler çalışmalara başlayınca baş karakter olan fare İstanbul’da sanatçı arkadaşlarından sık sık methini duyduğu ve merak ettiği Venedik’e doğru yola çıkar. Orada kendisine kucak açan arkadaşının evi, sergi mekânındadır ve ertesi sabah beraber şehri tanımak için yola çıkarlar. Venedik’te bir şenlikle karşılaşan baş karakter fare, sessiz müziğin büyüsüne kendini kaptırır ve orada âşık olur. Müzisyenler coşkuyla konserlerini verirken etraftaki izleyiciler de onlara eşlik ederek dans ediyordur. Farenin aşkının –yalnızca başka bir fareye değil, sanata, hayata ve yaşadığı şehre olan aşkının– dönüştürücü ve baş döndürücü gücü hikâyenin gidişatını belirler. (...)
Füsun Onur’un sınırsız bir hayal gücü ve yaratıcılıkla kurduğu; felsefeden, edebiyattan, müzikten beslenen masalsı evren yalnızca yapıtlarıyla değil, yaşam biçimiyle ve tercihleriyle de hayat ve sanat arasında şiirsel bir ilişki kuruyor. (...)
Evvel zaman içinde… alternatif dünyalar yaratma, yeni diller üretme, insan olmayan türlerden öğrenme, sevme ve bir arada yaşama üzerine bir başyapıt.
(Bu metin, İKSV ve Yapı Kredi Yayınları iş birliğiyle Türkçeye çevrilen, “Füsun Onur, Evvel Zaman İçinde... kitabından Bige Örer’in yazısında alıntılanmıştır. Yazının tamamına “https://pavilionofturkey22.iksv.org” adresinden erişebilirsiniz.)