Prof. Dr. Aslı Tolun (UAA’67)
Genlerle sarmalanmış bir hayat
Prof. Dr. Aslı Tolun’u hâlen genetik araştırmalarını sürdürdüğü İstanbul Teknik Üniversitesindeki yeni laboratuvarında ziyaret ettik... Üsküdar Amerikan Kız Lisesi günlerinden Türkiye’de ilk hastalık genini keşfine, kadın haklarından bilim etiğine uzunan bir yolculuğa çıktık.
Memur bir cumhuriyet ailesinin üçüncü çocuğu olarak, çocukluğu 50’li yıllarda Anadolu’da geçen Prof. Dr. Aslı Tolun, Artvin’den Üsküdar Amerikan Kız Lisesine (ÜAKL) yatılı olarak gelmiş. Robert Kolejdeki fizik eğitiminden sonra, ABD’de genetik biliminin en heyecanlı günlerinde çalışmalarını bu alana yöneltmiş. 1970’li yıllarda İsveç’te doktorasını yaparken, ABD’de DNA’nın ikili sarmal yapısını keşfeden Prof. Watson’un yönettiği araştırma merkezinde de çalışmış. 1982 yılında Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümünün (o zamanki Biyoloji Bölümü) kuruluşunda yer almış. Oradaki küçük laboratuvarında insanda hastalıklara yol açan gen kusurlarını, dolayısıyla yeni hastalık genleri arayan Dr. Tolun, Avrupa Moleküler Biyoloji Örgütüne (EMBO) Türkiye’den üye tek bilim kadını; geçen yıl da ODTÜ Prof. Dr. Mustafa Parlar Vakfı Onur Ödülü aldı. Yılmaz bir etik ve eşit haklar savunucusu, yetiştirdiği onlarca bilim insanıyla Hocaların Hocası...
Üsküdar Amerikan Lisesine gelmeden önce Anadolu’da farklı kentlerde büyümüşsünüz. Artvin’den okula gelişiniz nasıl oldu?
Babam Mülkiye mezunuydu, uzun yıllar Anadolu’da kaymakamlık ve valilik yaptı. Tam bir cumhuriyet kuşağıydı ve bizim büyük şansımızdı. Ben üçüncü çocuk olarak sürpriz olmuşum. İlk yaşımda Sivas Gürün’deymişiz, hatta Deniz Gezmiş’in ailesi de orada görevliymiş o zaman. Oradan Ankara’ya gittik, sonra Gümüşhane’ye. İlkokula 5 yaşımın sonunda başladım. Evde ağabey ve abla olunca, erken heveslenmiştim. Birinci sınıftan sonra Artvin’e gittik, ilkokulu orada bitirdim. O zamanlar Rus yapımı evleriyle küçük, şirin bir yerdi. İlkokul son sınıfta arkadaşlarıma, “Ben ÜAKL’ye gideceğim, babam beni kaydettirdi” diyordum. Ablam ve ağabeyim bir yıl önce yatılı olarak İstanbul’a gitmişti. Ağabeyim o zamanki Kadıköy Maarif Kolejinde, ablam ise Erenköy Kız Lisesindeydi. Amcamın eşi yengem ÜAKL’ye başlamış ama bırakmak zorunda kalmış; hep, “En iyi okul Üsküdar Amerikan’dır,” derdi. Belki babam onun etkisinde kaldı. Ama girişimde komik bir durum oldu. Ben herkese “Babam beni Üsküdar’a kaydettirdi” diyordum ya, meğerse o, sınava kayıtmış. O yaz İstanbul’a geldik. Bir gün annem, “Salı günü bir yerlere gidelim,” deyince, babam “Yok gidemeyiz, o gün Aslı’nın sınavı var,” dedi. “Babacığım, ne sınavı?” dedim: “Üsküdar Amerikan’ın sınavına gireceksin,” deyinde, ben çok şaşırmış, “Ya kazanamazsam,” demiştim. Sınava girdim ve iyi bir dereceyle yatılı olarak kazandım. Lise son sınıfta müdiremiz Miss Morgan bana şöyle demişti: “Artvin gibi çok küçük bir yerden gelip sınavda başarılı olmana çok şaşırmıştık”.
Yüzlerce öğrenci yetiştiren bir öğretmen olarak, o günlerde Üsküdar’daki ortamdan neler hatırlıyorsunuz? Kız okulu olarak o yıllarda üniversiteye yaklaşım nasıldı?
“Kızsınız ve her şeyi yapabilirsiniz,” diye yetiştirildik. Hatta o yıllarda Suffragette diye bir kavram vardı. Okulda kadın özgürlüğüyle ilgili İngilizce şarkılar öğreniyor ve söylüyorduk. Onun yanı sıra, ev ekonomisi (home-ec) dersleri vardı; hâlâ öğrendiklerimden yararlanırım. Dikiş bile gelir elimden. Şöyle hatırlıyorum: “Biz öğrencimizi hayata hazırlıklı yetiştiriyoruz.” Ben çok meraklıyımdır ve çözüme kolay ulaşırım. Deneysel çalışmanın da katkısı vardır tabii. O zamanlar, “Üsküdar Amerikan iyi ev kadını yetiştirir, üniversiteye gitmeyi istiyorsanız, unutun” gibi şeyler kulağımıza gelirdi. Fakat öyle bir durum olsaydı, babam beni kesinlikle o okula göndermezdi. Babam eğitime çok düşkündü, bütün çocuklarını okuttu, kendi babası gibi. Bence okulun öyle bir yaklaşımı yoktu. Okuluma öyle bir yaklaşımı pek yakıştırmam. Ama bir Reunion günü sahnede bu söylediklerime benzer şeyler söylediğimde, bizden beş yıl büyük bir mezun şöyle dedi: “Bu söyledikleriniz sizin sınıfla başladı. Biz daha çok ev kadını olarak yetiştirildik.” Ama bizden önce de çok başarılı mezunlar var. Örneğin, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden hiç tanımadığım Prof. Ayşin Dervent’ten yardım istemiştim. Hastalık genini bulduğumuz bir ailede güvenilir klinik değerlendirme gerekiyordu. İngilizcesinin ve hal-tavrının çok düzgün olduğunu gördüğümde, “Mutlaka ÜAKL’lidir” demiştim ve öyle çıkmıştı. Okul ruhunu çok hissederdik.
Lisede fen ile edebiyat ayrımı olmasa da eğitim çok iyiydi. Geometri okumadığımızdan, üniversite sınavı için bir geometri öğretmeni bulmuştuk; okuldan sonra gelip, 8-10 kadar öğrenciye ders veriyordu. Üniversite giriş sınavlarında çok iyi sonuçlar aldık. Fen, tıp, mühendislik bölümlerini kazananlar çoktu. Ben lisede ilk 10’a girmiyordum, ama fen, matematik ve edebiyatta iyiydim. Üniversitelerde istediğim her bölümü kazanmıştım – o zamanlar her üniversite ayrı sınav yapardı. Sonucu şöyle yorumlamıştık: Üsküdar Amerikan her şeyi öğretmiyordu, ama öğrettiğini çok iyi öğretiyordu. Çok donanımlı mezun olmuştuk. Yatılı olmak ayrıca büyük avantajdı. Sosyal ve kültürel olarak bize çok şey kazandırdı; bittiğinde çok üzülmüştük. Öğretmenlerle de çok yakındık, onlara nazımız geçerdi. Onlar da bizi çok yönlü eğitmeye gayret ederlerdi. Akşamları yatakhanede yoğun ısrarımız üzerine gitar çalar, şarkı söylerlerdi. Çok gençtiler, yirmili yaşlarda, ve yatılı kalırlardı. Bir de sabah erken yürüyerek Kanlıca’ya yoğurt yemeye gidip otobüsle döner, derse yetişirdik. O zamanlar olağan olmayan etkinliklerimiz vardı. Öğretmen bizi yakındaki koruya götürür, hep birlikte koruyu temizlerdik. Hatırlıyorum, bir öğretmen yolda yere çöp atan bir adamın çöpünü kutuya atıp, ona kötü kötü bakmıştı. Öğretmenler hep örnek olurlardı. Sosyal yardım kulübü olarak, köylerde okul inşasına katılırdık. Uyku tulumlarını beton zemine serip, uyumaya çalışırdık. Kız okulu olmasının avantajları vardı mıydı? Mutlaka. Karma okullarda erkeklerin kızları baskıladığı bilinir. Öğretmenin ilgisini her zaman erkekler çeker, hep daha fazla konuşurlarmış, bilimsel araştırma sonuçlarına göre. Biz o sıkıntıyı yaşamadık; sonra da mesleğimizde ilerledik, başarılı olduk. Son 20 yılda moleküler biyoloji ve genetik alanında meslek tanıtımı için okula birçok kez gittim. Kızlar hep en ön sıralarda oturur, erkeklerden daha çok soru sorardı. “Ezik kız” havası görmemek çok hoşuma giderdi.
Lisenin ardından üniversite ve genetik alanına yönelmeniz nasıl oldu?
ÜAKL’nin ardından Robert Koleje girdim. Orada liseden 8 yatılı arkadaşımla yine birlikteydik. Önce kimya mühendisi olmak istedim, sonra fizikte karar kıldım. Ama aslında matematik en sevdiğim alandı. Son yılımda bir hoca bana, “Amerika’da biyofizik alanı var, çok hızlı gelişiyor, sen bu alana yönel,” demişti. İnternet, e-posta yoktu; kütüphanedeki kataloglardan üniversiteleri inceleyip, mektupla başvurulurdu. Pensilvanya Eyalet Üniversitesine biyofizik yüksek lisans programına burslu olarak kabul edildim. Tek başıma atladım gittim ABD’ye... İlk dönem biraz bocaladım, ama sonra notlarımı yükselttim ve bir buçuk yılda tezimi tamamladım. Güzel bir yayın da çıkardık. Oradan doktora için İsveç’e, Uppsala Üniversitesine genetik alanında çalışmaya gittim.
DNA’nın ikili sarmal yapısını keşfeden isimlerden biri olan James Dewey Watson’ın yönettiği araştırma merkezinde de çalışmışsınız…
O zamanlar genetik camiası çok küçüktü; meşhur her araştırıcıyı tanıma fırsatım olmuştu. DNA’nın yapısını bulan iki kişiden biri olan Dr. Watson, ABD’deki Cold Spring Harbor Laboratuvarını (CSHL) yönetiyordu ve ondan habersiz orada kuş uçmuyordu. Doktora çalışmalarımı İsveç’te yaparken, danışmanımla birlikte oraya gittik ve DNA’yı kesen enzimleri bulan ekiple dört ay çalışma fırsatı buldum. Çok heyecanlı günlerdi. Hiç unutmuyorum, ilk günümde yolda Dr. Watson ile karşılaştık; henüz tanışmamıştık. “Merhaba” dedi ve elini uzattı. Ben ismimi söyledim, o kendi ismini söylemedi. Hangi konuda çalıştığımı sordu, “DNA eşlenmesi” deyince, “Virology dergisinde çıkan o güzel makale senin, o zaman” demişti. Adeta ‘eridim’. Aslında danışmanım benim için, onun iznini almıştı tabii, o nedenle beni biliyordu. Sonra saygın bir bursla ABD Kaliforniya Üniversitesi San Diego’ya doktora sonrası araştırıcı olarak gittim ve 1981 yılı sonuna kadar orada kaldım. O laboratuvarı bana CSHL’den, daha sonra Nobel ödülü almış bir profesör önermişti: “Biliyorsun, bilim insanları hep bir hoştur. Ama sana Dr. Helinski’yi öneririm. Hem çok iyi bir insandır, hem laboratuvarında iyi bilim üretilir, hem de Güney Kaliforniya çok güzeldir,” demişti. On yılı aşkın bir süre yurt dışında genetik üzerine çalıştım. O yıllar dünyada bilim için bereket yıllarıydı. Çok güzel bir dönemdi, iyi laboratuvarlarda güzel çalışmalar yaptım. Öyle ki, ülkeye döndükten sonra uzun yıllar pek makale yayımlayamamış, ama eskiler sayesinde araştırma desteği bulabilmiştim.
1981’de Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdiniz, nasıl bir ortamla karşılaştınız?
Yurt dışında eğitimimi tamamlamıştım. Ya sürekli bir iş bulup kalacaktım ya da ülkeme dönecektim. 1981 yılının sonunda gelip burada çabalamak istedim. Boğaziçi Üniversitesinde genetik bölümü yoktu; biyoloji bölümünde öğretim üyesi olarak işe başladım. Tüm bölüm çalışanları aynı odada otururduk - laboratuvar yoktu, araştırma için cihaz ve malzeme yoktu. Yurt dışında genetiğe bakteri ve virüs genetiğiyle başlamıştım. Neden derseniz, insan genomunu inceleyecek teknoloji o zamanlar yoktu. Boğaziçi Üniversitesindeki bölüm başkanımız Amerikalıydı. Sürekli ona, “Kaynak bulalım, araştırma yapalım” diyordum... O da, “Kalıtsal hastalıklarla çalışalım, fen ve sağlık alanı birlikte olunca araştırma için daha kolay kaynak buluruz,” demişti. Ben de virüs ve bakteri genomundan, insan genlerini incelemeye, yeni gelişen teknikleri uygulamaya, araştırma yapmaya başladım. Bu amaç için yeniden İsveç’e gidip gelmeye başladım. Doktora danışmanım çağırmış, “Biz de hastalık genetiği çalışmaya başladık. Gel, buradaki laboratuvarda yöntemleri oturt, sonra Türkiye’de uygularsın,” demişti. Boğaziçi Üniversitesinin o zamanki rektörü Ergun Toğrol yeni yapılan bir binada bize yeterli genişlikte mekân tahsis etti, cihaz ve malzeme alımına çok destek oldu. Bölümdeki tek genetikçiydim, araştırma yapmak istiyordum, ama laboratuvar kurmak için kaynak gerekiyordu. UNESCO’ya geniş bütçeli bir proje yazdım. Projeyi takip ettim, İngilizcem iyi, yurt dışında bu tür projeler görmüştüm. Ama proje, maalesef hayatında hiç genetik araştırma yapmamış üç kişiye verildi, hısımlık nedeniyle. Gençtim, gerekli mücadeleyi veremedim. Araştırma desteği için TÜBİTAK’a başvurdum, ama bölüm izin vermedi. Rektör yetkisini kullandı (sonrakilerin aksine) ve sonunda destek aldım. TÜBİTAK’tan teşvik ödülü de almıştım. Sonraki rektör uluslararası proje başvuruma izin vermedi, ama kişisel çabalarımla yurt dışından destek bulmayı başardım. Böyle uğraşa uğraşa o zamanlar bölüm insan genetiği alanında ülkede öncü bölümlerden biri olmayı başardı. Ben daha çok Devlet Planlama Teşkilatı desteğiyle araştırmalarımı yoluna koydum. Cebimden harcadığım para da önemli miktardadır. Dolar yükseldikçe, aklıma tek seferde ödediğim 7 bin dolar gelir. Şirketlerden hiç destek bulamadım. Parasız dönemimde yalnızca bir iş kadını 5 bin dolar vermişti; o da çok işime yaramıştı. Zenginler ve şirketler araştırmayı da destekleseler keşke, Batı ülkelerinde olduğu gibi.
Yaptığınız araştırmalardan ve keşiflerden bahsedebilir misiniz?
En sevdiğim çalışmamız, ilk bulduğumuz hastalık genidir. Bu çalışma tamamen ülkemizde yapılmış ilk gen keşfi oldu. Hâlâ bizim en önemli buluşumuz. Ülkemizde sık görülen pulmoner alveolar mikrolitiazis hastalığı üzerine. Akciğerde biriken kalsiyum fosfat zamanla taşçıklar oluşturuyor ve röntgen filminde adeta bir kum fırtınası görülüyor. Akciğer bir süre sonra çalışamaz hale geliyor. Hastalığı taşıyan geniş bir Diyarbakırlı aileyi yayınlayan hekimin peşine düştüm. Haftada bir arıyor, “Geni arayalım” diyordum. Sonunda kabul etti. Köye gidip kan örnekleri topladık ve geni bulduk. Çok da ilginç bir gen çıktı, çalışmamız iyi bir dergide ana makale olarak yayımlandı. Bu bizi çok yüreklendirdi, “Demek ki yapabileceğiz,” dedik. Bilimsel toplantılarda genç araştırıcılardan bana şöyle söyleyenler oldu: “Siz bize bu ülkede araştırma yapılabileceğini gösterdiniz, rol modeli oldunuz”. Ama ilginçtir ki, bu araştırmaya TÜBİTAK destek vermemişti, desteği üniversiteden almıştık. Altı ailede daha aynı gende kusur bulduk; ailelerin hepsinde hastalık akraba evliliğinden kaynaklanmıştı. Bu araştırmadan sonra, hekimler bizi aramaya başladılar ve bildik bir hastalığa benzemeyen, tanı konulamayan birçok hastalıkta gen aradık. Ülkede akraba evliliği sık olduğundan, çekinik hastalıklar çok sık. Sonra Pakistanlı ailelerle de çalıştık, hatta Cezayirli, Tunuslu... Birlikte çalıştığımız Pakistanlı ekiple çok sayıda hastalık geni bulduk. Dünyada en çok hastalık genini hangi ekipler buldu derseniz, biz adayız. Keşfettiğimiz genlerin birçoğu zekâ geriliğine yol açan ağır nörolojik hastalıklarla ilgili. İskelet bozukluğuna, sperm azlığına vb. yol açan genler de var. Bu çalışmalarla ülkemizden Avrupa Moleküler Biyoloji Örgütüne (EMBO) seçilen üç üyeden biri oldum. EMBO tören toplantısına gittiğimde şaşırmıştım, diğer üyelerin çoğu enstitü ya da araştırma merkezi müdürüydü, yayınları çok üst düzey dergilerdeydi. Beni öneren İngiliz bilim kadını, “Çok az üye ilk adaylığında kazanır, siz istisnasınız,” demişti. Yayınlarımız çok üst düzey dergilerde olmasa da (çünkü küçük bir ekiple araştırmayı pek genişletemiyoruz), küçük bir ekibin Türkiye gibi zorlu bir ortamda önemli keşifler yapmasından dolayı ilk seferde seçildiğimi sanıyorum.
Türkiye olarak genetiğe nasıl bakıyoruz, yerimiz dünyada nasıl?
Ülkede maalesef eğitim ve araştırmaya destek liyakata göre olamıyor. TÜBİTAK’ın sitesini arayın, “evrim” kelimesine rastlayamazsınız. Evrim, doğayı anlamanın en bilimsel yolu. Bugün herkes virüs salgınında “mutasyon” konuşuyor; acaba mutasyon ne kadar anlaşıldı? Bir virüsün gözümüzün önünde evrim geçirdiğine tanık olduk, ama eğitimde evrim konusu pek yok. Dünyayla karşılaştırıldığında, genetikte de çok az yol aldık, bilimsel araştırma politikası nedeniyle. Bizde gerçekten çok iyi bilim insanları var, ama onların çok azı deneysel çalışıyor, çünkü o tür çalışma parasal kaynak gerektiriyor, ortak çalışma kültürü istiyor. Türkiye’de ne yapıldı derseniz, çoğu zaman buradan genetik malzemeler toplanıp yabancı araştırıcılara gönderildi. Onlar da araştırmanın sonuçlarını malzemeyi gönderenin ismini de koyarak makale olarak yayınladılar. Son yıllarda bizim gibi hastalık geni arayan ekipler çoğaldı, onlar da güzel keşifler yaptılar. Yurt dışında da çok önemli araştırmacılarımız da var. Büyük ekip ve parasal destekle çalışabiliyorlar. Bizim gibi küçük bir ekiple, az destekle çalışmak çok zor. Ayrıca bir yandan öğrenci yetiştirmek ve ders vermek zorundayız. Tüm olumsuzluklara rağmen, ülkede çok sayıda iyi genç araştırıcı var, yurt dışında da. Keşke şartlar iyileşse de yurt dışındakilerden ülkeye daha çok dönen olsa.
2000’lerde insan genomu tamamen çözüldü denildi ve gelecekte tüm hastalıklar son bulacak gibi bir umut oluştu. Ancak kromozomları haritalamakla, hastalıklar için gene müdahale etmek farklı şeyler galiba...
Genetikte hâlâ birçok bilinmeyen konu var. Bazen bir genin işlevini tahmin edebilsek de, genlerin çoğunun tam ne iş yaptığını bilemiyoruz. Bunu bilmenin en iyi yolu, yeni bir hastalık taşıyan bir ailede genetik araştırmayla, şu soruya yanıt aramak: Hangi gen bozulmuş ki o hastalık ortaya çıkmış? Hastalığa yol açan gen kusurunu bulduğumuzda da hastalığın tedavisi maalesef yok. Aileye ancak şöyle bir faydamız olabiliyor: Yeni bir bebek istendiğinde, fetüs on haftalıkken genlerini inceleyebiliyoruz. Hekim fetüsün kesesinin dışından ufak bir parça alıp bize gönderir, biz de genetik incelemeyle, çocuğun hasta olup olmayacağını belirleriz. Çocuk doğmadan önce, anne karnındayken genetik değişiklik yapılabilir mi? Değişikliğin döllenmiş yumurta aşamasında yapılması gerekir ki, bebeğin tüm hücrelerinde bulunsun. Böyle bir işlem çok zor ve etik ilkelere aykırı. Ama bazı dokularda gen tedavisi uygulanabiliyor, en kolayı ilik hücreleri. İlk örnek ağır bağışıklık sistemi yetmezliği olan 4 yaşındaki bir kıza 1990 yılında yapılan uygulama. Şimdi orak hücre anemisinde de uygulanıyor. Hastadan ilik hücreleri alınıyor, laboratuvarda gen kusuru düzeltildikten sonra hücreler çoğaltılarak kişiye geri veriliyor. Ama önce kan kanserinde olduğu gibi, mevcut ilik hücreleri yok ediliyor ki onların yerini genetiği değiştirilmiş olanlar alabilsin. Fakat hastalıkların çoğunda etkilenmiş dokuda genin düzeltilmesi mümkün değil. Düzeltilse bile, gelişimsel bir bozukluğun düzeltilmesi mümkün değil, örneğin baş büyümemişse (mikrosefali). Mendel türü kalıtım şeklinde, gen kusurluysa hastalık ortaya çıkıyor; kaçış yok. Karmaşık kalıtımda ise yalnızca yatkınlık var, örneğin, kansere ya da diyabete yatkınlık. Kanserle ilgili en tanınan genler BRCA1 ve 2. Angelina Jolie sayesinde farkındalık arttı. Bu genlerdeki bir kusur yüzde 80-85 olasılıkla kansere yol açıyor. Kusur taşıyan bazı kadınlarda kanser gelişmemesinin nedeninin yaşam tarzı farkı olup olmadığı araştırıldı. 1945’ten önce doğanlar, şişman olmayanlar, hatta yirmili yaşlarında şişman olmayanların kanser olma olasılığı diğerlerinden daha az. Çevre koşullarına, yaşam tarzına bağlı olarak yatkınlık artıyor. Kanserli dokuda da gen kusurunu değiştirmek yerine, farklı tedaviler uygulanıyor. İlginç bir nokta ise, bazı genlerin bozuk olmasının hastalığa yol açmaması. Belli genlerin iki kopyası da bozuk olduğu kişiler hasta olmadan yaşıyorlar. Bazı genlerdeki farklılık ise, belli bir üstünlük sağlıyor: Şerpalar oksijen azlığından bizim gibi rahatsız olmuyorlar, elit atletlerin çoğunda ACTN3 geni bozuk.
Gelelim en zorlu soruya, insan ve doğaya nereye kadar genetik olarak müdahale edebiliriz, nasıl yaklaşmalıyız bu konuya?
İnsanda genetiği değiştirme çalışması tamamen yasak. Yalnızca insanda değil, yakın akrabalarımız kuyruksuz maymunlarda da yasak. Bunun bir nedeni, sonucun ne olacağının tam bilinmemesi. Böyle bir girişim başka bir geni de bozabilir. Çin’de etik izin alınmaksızın yapılan bir çalışma, insanda yapıldığını bildiğimiz tek deney. İki kız bebeğin CCR5 geni bozulmuş olarak doğması amaçlanmıştı (2018 yılında). Birinde genin tek kopyasının, diğerinde ise iki kopyasının birden bozuk olduğu anlaşıldı. Genin tek kopyası sağlam olanda amaca ulaşılmamış sayıldı, çünkü onun AIDS’e yakalanma riski sıfırlanmış değildi. Ama asıl sorun şuydu: Kullanılan teknikle (CRISPR) bebeğin başka genleri de bozulmuş olabilir. Genin iki kopyası da bozuk olan (homozigot) bebekte AIDS riski kalkmış olabilir, ama grip ve Batı Nil virüsü bulaşından çok etkileneceği varsayılıyor. Daha da kötüsü, homozigot kişilerin göreceli kısa ömürlü olduğu istatistiksel olarak gösterildi (2019 yılında). AIDS için tedavi yöntemlerinin geliştiğini de düşündüğümüzde, homozigot bebeği şanslı sayamıyoruz. Her gen için böyle bilinmez çok konu var. O nedenle, o tür araştırmaya etik izin verilmiyor. Bitkide genetik uygulama ise çok daha kolay. Etik sorun olmadığından, araştırma ve uygulamalar çok ilerledi. Verimin arttırılması, hastalığa ve zararlılara direnç sağlanması, iyi özellik kazandırılması vb. amaçlanıyor. Çok da iyi ediliyor, çünkü artan nüfusun doyurulması ve çevreye zararlı uygulamaların azaltılması (tarım ilacı kullanımı gibi) bu sayede mümkün oluyor. Genetik yöntemlerle yeni kök hücre oluşturarak, ondan yeni organ yapımına uğraşılıyor. Bir de klonlama var. En ürkünç senaryo, kişiye yedek organ sağlamak için kopyasının yaratılması. Öyle bir uygulama etik değil. Domuzda genetik değişimlerle insana organ verici olmasına uğraşılıyor; geleneksel olarak yalnızca kalp kapakçığı kullanılmakta. Genetik çok tartışacağımız ve çok önemli gelişmelerin olacağı bir alan olmaya devam edecek.
Gelecek demişken, gençlere, özellikle genç bilim kadınlarına neler söylemek istersiniz? Türkiye’de kadın bilim insanı olmak zor mu?
Ben bu soruya hep şöyle yanıt veririm: Ülkemizde kadın olmak zor. Toplumda ve iş yerinde kadına çok fazla mobbing, yani bezdirme, yüklenme var. Bunu kadınlar da birbirine yapar; erkekler ise, rekabetçi cinsiyet olsalar da kadın karşısında hemen birbiriyle dayanışmaya girerler. Örneğin, erkek bir akademisyen on yıl ders vermese kimse itiraz etmez de, bir kadın rahatsızlığı nedeniyle bir-iki derse giremese hücuma uğrar. Bu konuda ne yapılabilir derseniz, etik konularını değerlendiren komisyonlar kurulması ve de komisyon üyelerinin yetkin olması... Boğaziçi Üniversitesinde İnsan Araştırmaları Etik Kurulunu kurmuştum. Türkiye Bilimler Akademisinde hem Onur Kurulundaydım hem Etik Kurulundaydım. İstanbul Valiliği İl İnsan Hakları Kurulunda görev aldım. Gördüğüm şu ki, kayırmacılığı önlemek şimdiki kültürümüzde çok zor. Üstelik, hemen her zaman kadın mağdur. Bilim dünyasında erkekler ön planda, ülkemizde bu daha belirgin. Kadınlar hep önyargı ve zorluklarla karşılaşır. Örneğin, iş başvurusunda kadın adayın kaç çocuğu olduğu konuşulur da erkek için bu hiç söz konusu olmaz. Kadının bekarı, erkeğin evlisi makbuldür. Yapılan bilimsel araştırmalarda, çok benzer sanal özgeçmişler hazırlanmış. Erkek isimli olanlar kadın isimlilerden daha üstün bulunmuş. Üstelik, kadınlar da değerlendirmeyi benzer şekilde yapmış. Kadının bilim dünyasındaki yerini güçlendirmek ve yüreklendirmek için L’Oreal-UNESCO iş birliğiyle Ulusal Genç Bilim Kadınlarına Destek Programını, yine Üsküdar Amerikan’dan mezun arkadaşım Prof. Dr. Beki Mori Kan ve şirketin o zamanki Halkla İlişkiler Müdürü Yasemin Ahsen Böre ile birlikte geliştirmiştik. Sonra birçok Avrupa ülkesi bizim programımızı örnek aldı. Ben genellikle tüm öğrencilerime hep, “Bilimle kalın” derim, kızlar için de ayrıca “Kesinlikle vaz geçmeyin, her şeyi başarabilirsiniz,” diyorum, babamın ve ÜAKL’nin bize dediği gibi... Anadolunun çeşitli kentlerinde davetli olarak sıkça konferans veririm; hatta, ortaöğretim ve ilköğretim okullarında bile konuştum. O konuşmalarda da mutlaka kızları yüreklendirici birşeyler söylemeye çalışırım. Ben ailemden çok destek gördüm, ama her genç kadın o kadar şanslı olmayabiliyor. Onları desteklemek de bize düşüyor. Olanağı olan mezunlar ve arkadaşları eğitime bağış yapsalar... Bizim sınıf bir UAA öğrencisi okutuyor. Sonuç olarak, genetik uygulamalar bazı kişilerde kaygı yaratsa da, genetik biliminin önü çok açık. Aydınlatılmayı bekleyen çok bilinmez var, çözülecek çok sorun var. Üstelik çoook keyifli – dönüp dolaşıp genetikte karar kıldığım için çok mutluyum.